Küresel iş birliğinde yeni dönem
Küresel ekonomi son yıllarda alışılmış dengelerin hızla çözülmeye başladığı, ittifakların yeniden tanımlandığı ve ekonomik gücün farklı coğrafyalara yayıldığı bir dönüşüm sürecinden geçiyor.
Pandemi sonrası yaşanan kırılmalar, jeopolitik gerilimler, enerji krizleri, teknoloji savaşları ve iklim kaynaklı riskler; ülkeleri daha karmaşık, daha kırılgan ama aynı zamanda daha stratejik bir sisteme yönlendirmiş durumda.
Bugün dünya, tek merkezli bir güç modelinden uzaklaşıp çok aktörlü ve çok merkezli bir yapıya doğru ilerliyor.
Amerika ve elbette Trump dünya lideri kimliğini kendisine çoktan yapıştırdı.
Bu yeni dönemde ekonomik dengeleri belirleyen unsurlar yalnızca büyüme oranları ya da ticaret hacimleri değil. Teknoloji üstünlüğü, veri yönetimi, enerji güvenliği, tedarik zinciri dayanıklılığı, savunma kapasitesi ve sürdürülebilirlik politikaları ülkelerin küresel konumunu doğrudan etkiliyor.
Amerika Birleşik Devletleri ile Çin arasındaki stratejik rekabet, yalnızca ekonomik değil; teknolojik ve jeopolitik bir mücadeleye dönüşmüş durumda. Bu durum Avrupa Birliği’ni sanayi politikalarını yeniden yapılandırmaya, Asya-Pasifik ülkelerini daha güçlü ekonomik bloklar oluşturmaya ve Körfez ülkelerini petrol sonrası dönem için hızla dönüşmeye zorluyor.
Tedarik zincirlerinin bölgeselleşmesiyle birlikte dünya, üretim merkezlerini çeşitlendiren yeni bir modele geçiyor. Çin’e aşırı bağımlılığın azaltılması, near-shoring ve friend-shoring politikalarının yaygınlaşması; Güneydoğu Asya, Doğu Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı yeni üretim ve yatırım üsleri haline getiriyor.
Bu değişim, sadece maliyet odaklı değil; güvenlik, esneklik ve sürdürülebilirlik temelli bir ekonomik yaklaşımın benimsendiğini de gösteriyor fazlasıyla.
Enerji alanında ise fosil yakıtlardan yenilenebilir kaynaklara geçiş, küresel iş birliklerinin seyrini köklü biçimde değiştiriyor.
Güneş, rüzgâr, hidrojen ve nükleer enerji yatırımları, ülkeler arasında yeni ortaklık alanları yaratırken; enerji güvenliği, artık ekonomik değil doğrudan stratejik bir mesele haline gelmiş durumda.
Körfez ülkeleri enerji gelirlerini teknoloji, finans, lojistik ve turizm alanlarına yönlendirerek küresel sistemde daha etkin rol alırken; Afrika kıtası doğal kaynaklarıyla önümüzdeki dönemin en kritik rekabet sahası olarak öne çıkıyor.
Dijital dönüşüm, yapay zekâ ve çip teknolojileri ise ülkeler arasındaki rekabeti yeni bir boyuta taşıyor.
Veri güvenliği, dijital altyapı yatırımları ve teknolojik bağımsızlık artık ekonomik büyümenin temel dinamikleri arasında yer alıyor.
Bu durum ülkeleri teknoloji merkezli yeni iş birliklerine yönlendirirken, küresel ittifakların da daha karmaşık ve çok katmanlı hale gelmesine neden oluyor.
Bu çok merkezli yeni düzen içerisinde yükselen ekonomilerin rolü giderek artıyor.
Türkiye, Hindistan, Brezilya, Suudi Arabistan ve Endonezya gibi ülkeler; sadece bölgesel değil, küresel ölçekte de etkili aktörler olarak konumlanıyor. Coğrafi avantajları, üretim güçleri ve diplomatik hareket kabiliyetleri sayesinde bu ülkeler, yeni düzenin şekillenmesinde söz sahibi olmaya başlıyor.
Türkiye ise bu dönüşüm sürecinde stratejik konumu ve çok yönlü politikalarıyla öne çıkan ülkelerden biri olarak dikkat çekiyor.
Avrupa, Asya ve Orta Doğu’nun kesişim noktasında yer alması, Türkiye’yi hem ticaret hem lojistik hem de enerji hatları açısından kritik bir merkez haline getiriyor.
Küresel tedarik zincirlerinin yeniden yapılandığı bir dönemde Türkiye, yakın coğrafyada güvenilir üretim ortağı olarak tercih edilen ülkeler arasında.
Sanayi üretimi, ihracat kapasitesi ve altyapı yatırımları, Türkiye’nin bu yeni düzende güçlü bir ekonomik oyuncu olmasını destekliyor.
Enerji alanında da Türkiye’nin rolü giderek güçleniyor.
Doğu Akdeniz, Kafkasya ve Orta Asya enerji kaynaklarının Avrupa’ya taşınmasında kritik bir geçiş noktası olması, Türkiye’yi enerji güvenliğinde kilit ülke konumuna getiriyor.
Yenilenebilir enerji yatırımlarındaki artış ve enerji ticaretinde üstlendiği aracı rol, Türkiye’nin sadece transit değil aynı zamanda bölgesel enerji merkezi olma potansiyelini de güçlendiriyor.
Savunma sanayinde son yıllarda kaydedilen büyüme ise Türkiye’nin jeopolitik etkisini artıran önemli bir faktör.
Artan ihracat, yerli üretim kapasitesi ve teknolojik gelişmeler, Türkiye’nin küresel alandaki pazarlık gücünü yükseltiyor. Bu durum yalnızca askeri değil, diplomatik ve ekonomik ilişkilerde de daha geniş bir etki alanı yaratıyor.
Dış politikada Türkiye’nin izlediği çok yönlü ve dengeli yaklaşım, onu yeni küresel düzen içerisinde esnek bir aktör haline getiriyor.
Batı ile ekonomik bağlarını sürdürürken, Orta Doğu, Afrika, Orta Asya ve Asya-Pasifik ülkeleriyle geliştirilen ilişkiler, Türkiye’nin küresel sistemde kendine özgü bir denge rolü üstlenmesini sağlıyor. Arabuluculuk girişimleri, insani yardımlar ve kriz diplomasindeki etkinliği, Türkiye’nin sadece ekonomik değil, siyasi ve insani alanda da küresel bir aktör olduğunu ortaya koyuyor.
Sonuç olarak dünya, güç dengelerinin yeniden dağıldığı, klasik ittifakların yerini esnek ortaklıkların aldığı yeni bir döneme giriyor.
Bu süreç, riskler kadar önemli fırsatlar da barındırıyor. Değişen siyasi ve ekonomik konjonktürü doğru okuyan, teknoloji ve enerji yatırımlarını stratejik biçimde yöneten, iş birliklerini çeşitlendiren ülkeler yeni dönemin kazananları olacak.
Türkiye ise bu yeni küresel düzende sadece izleyen değil; yön veren, denge kuran ve strateji üreten ülkeler arasında yer alma potansiyeline sahip.
Önümüzdeki yıllarda bu potansiyelin Türkiye’nin küresel sistemdeki kalıcı ağırlığını da belirleyecek en önemli unsur olacak işte sahip olduğu bu potansiyeli…