gunyuz Merhaba gunyuz! Son Giriş: 25 Kas 2024 Analiz Gazetesi Analiz Gazetesi Menüler Sayfalar

Faruk Aktaş 26 Kas 2024

Faruk Aktaş
Tüm Yazıları
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, geçtiğimiz hafta Ankara'daki basın mensuplarıyla bir araya geldiği bir toplantıda bir kez daha İsrail'in Ortadoğu'daki saldırgan tavrının bölge için ciddi tehditler oluşturduğunu ve jeopolitik riskleri artırdığını söyledi.

Bu değerlendirme sadece Türkiye’ye ait değil.

Bölge ülkelerinin tümünde benzer değerlendirmeler ve endişeler söz konusu. 

ABD’deki başkanlık seçimlerini “Savaşları sona erdireceğini ve Ortadoğu’dan önemli ölçüde çekileceğini” taahhüt eden Donald Trump’ın kazanması, ilk günlerde bir nebze bu endişeleri azaltsa da, sonrasında Trump’ın kabinesi için açıkladığı adayların aşırı İsrail yanlısı isimlerden oluşması durumu yeniden tersine çevirdi. 

Şimdi bunlara bir de Ukrayna’nın ABD ve İngiltere’nin verdiği taktiksel füzelerini Rusya’ya karşı kullanması ve Rusya’nın da balistik füzelerle buna yanıt vermesiyle ortaya çıkan nükleer savaş riskleri eklendi. 

Türkiye her iki büyük tehdidin tam ortasında. 

 Ankara, küresel bir savaş riski taşıyan kuzeyindeki gerilimin sona erdirilmesi konusunda barışçıl bir diplomasi yürütmeye çalışırken güneyindeki risklerle ilgili olarak da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadeleriyle “iç cephenin güçlendirilmesi” ve “terörsüz Türkiye” hedefiyle “yeni bir süreç” başlatmış durumda. 

Jeopolitik risklerin bu kadar yükseldiği bir ortamda, hem coğrafi hem de siyasi olarak bu risklerle doğrudan muhatap olan Türkiye’nin bu süreçten nasıl çıkacağı önemli ölçüde adı konmamış bu “yeni süreç”in ne denli başarıya ulaşıp ulaşmayacağıyla ilgili.

MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’ın, “Bu iş, sanıldığından çok daha ciddi ve mühimdir. Herkes adımını ona göre atmalı, ayağını denk almalıdır” şeklindeki sözleri MHP kanadının bu risk ve endişelerin fazlasıyla farkında olduğunu gösteriyor ki, MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin DEM Partililerle tokalaşıp Öcalan’a örgütünü lağvetmesi çağrısında bulunarak “yeni süreç”i başlatması bu nedenlere dayanıyor.

Burada mesele, AK Parti ve hükümetin de açık destek verdiği ve bir devlet projesi olduğu anlaşılan bu “süreç”in nasıl yürütüldüğü/yürütüleceği ve nasıl bir sonuç alınacağıdır.

Kanımca burada en önemli konu “süreç”in karar verici ve yürütücülerinin geçtiğimiz yerel seçimlerden birinci parti olarak çıkan ana muhalefet partisi CHP’yi bir şekilde bu sürece dâhil etmeleridir.

Bu, “süreç”in özellikle “iç cepheyi güçlendirme” ayağı için hem gereklilik hem de zorunluluktur. 

CHP’NİN “SÜREÇ”E KATILIMININ SAĞLANMASI ÖNEMLİ

“Süreç” yürütücülerinin bu yöndeki çabalarına rağmen CHP’nin “süreç”in dışında veya karşısında yer alması halinde kaybeden taraf olacaktır.

Göründüğü kadarıyla CHP’de özellikle eski Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve ekiplerinin “süreç”e ilişkin karşı bir pozisyon takınmalarına karşın mevcut Genel Başkan Özgür Özel ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü için daha olumlu bir yaklaşım sergilemektedir.

Hükümetin ve bu sürecin siyasi yükümlülüğünü üstlenen AK Parti ve MHP’nin, CHP’deki ülkenin birlik ve bütünlüğünü önemseyenlerin elini güçlendirici ve onları da “süreç”e katıcı bir yaklaşım içinde olmaları “süreç”in başarıya ulaşması ve ülkenin menfaatleri açısından önemli olacaktır.

“Süreç” ile ilgili tartışılan konulardan birisi de bilindiği üzere DEM Parti’dir. 

Kanımca burada yapılan en önemli yanlışlardan birisi DEM Parti’ye “Bak sana el uzatıyoruz, terör örgütüyle arana mesafe koy, Türkiye partisi ol, önün açılsın” yaklaşımıdır.

Kuşkusuz DEM Parti’de PKK’nın tahakkümünden kurtulmak isteyenler vardır ancak bunların hem sayıları az olduğu gibi bunu isteyenlerin bu isteklerini açıkça dillendirmeye ne iradeleri ne de cesaretleri vardır.

DEM Parti’nin terör örgütüne karşı bir laf söyleme cesareti olmadığı ve olmayacağı gibi PKK’ya rağmen bir siyaset üretme olasılığı da yoktur.

Çünkü DEM Parti, PKK’nın “legal siyaset”teki temsilcisidir.

O nedenle DEM Parti konusunu “süreç”in “iç cepheyi güçlendirme” ayağından ziyade “Terörsüz Türkiye” ayağı ile birlikte ele almak daha doğru olacaktır. 

Yani DEM Parti’nin “süreç”e katılmasının sağlanması için öncelikle PKK’nın ortadan kaldırılması şarttır.

Türkiye 40 yılı aşkın süredir PKK ile mücadele ediyor ve etmeye devam edecektir. 

Terör örgütünün özellikle Türkiye içinde eylem yapma kapasitesi de önemli ölçüde yok edilmiştir ancak ne yazık ki terörden tümden kurtulunması henüz mümkün olmamıştır.

Öcalan kartını doğru kullanmak

Bu konuda Türkiye’nin elindeki en önemli enstrümanlardan birisi kuşkusuz Abdullah Öcalan’dır.

İster ömrünü cezaevinde tüketmek istememesinden isterse de PKK’nın küresel güçlerin oyuncağı haline dönmüş olduğunu görmüş olup buna son vermek istemesinden olsun Öcalan’ın lideri olduğu terör örgütünün silah bırakmasından yana olduğu bilinmektedir ki 2013’te örgütüne bu yönde açıkça bir çağrı yaptı ancak örgütü onu dinlemedi. 

“Yeni süreç”in başlamasının ardından kendisiyle görüşen yeğeni DEM’li milletvekiline yaptığı açıklamalar Öcalan’ın hala aynı pozisyonda durduğunu göstermektedir. 

Burada tartışılan konu PKK’nın “önderimiz” dediği Öcalan’ın çağrılarına ve talimatlarına nasıl yanıt vereceğidir.

Şu ana kadar Kandil’den yapılan açıklamaların tümünde, “Bölgesel gelişmeler bize güzel fırsatlar sunuyor, dolayısıyla silah bırakmayacağız” şeklindedir. 

Yani Türkiye’nin risk ve tehdit olarak değerlendirdiği gelişmeleri onlar kendileri açısından fırsat olarak görüyor ki bu durum Türkiye’nin tehdit değerlendirmesinin de ne denli doğru ve yerinde olduğunu göstermektedir.

Ancak buna rağmen “süreç”in ve Öcalan enstrümanının doğru yürütülmesi halinde terör örgütünün tüm unsurlarıyla birlikte ortadan kaldırılması mümkün olmasa bile PKK’nın ana gövdesinin parçalanıp dağıtılması ihtimali oldukça güçlüdür.

Zaten bunun sağlanması bile başlı başına büyük bir kazanım olacaktır. 

O aşamadan sonra terör örgütünün kalan unsurlarıyla en sert şekilde mücadele edilip etkisiz hale getirilmesi güçlü bir olasılıktır.

Böyle bir “süreç”in DEM Parti’de de büyük kırılmalara yol açması kaçınılmaz olacaktır. 

Kanımca öyle bir durumda partinin kırılan parçalarından büyük olanı Türkiye’de sivil siyaset içinde yer almayı tercih edecektir ki ancak o zaman DEM Parti’yi “iç cephe”nin bir unsuru olarak görmek mümkün olabilecektir. 

Tüm bunların sağlanması halinde Türkiye, bu jeopolitik risk ve tehditlerle çok daha kolay başa çıkabilecek hatta prangalarından kurtulmuş bir ülke olarak çok daha huzur ve refah içinde olabilecektir.