ÖTÜKEN NEŞRİYAT-ERTUĞRUL ALPAY
Röportaj:@Sezai ŞENGÖNÜL
"Ötüken” yayınlarının ilk kuruluş
hikayesini şahsen ben merak ediyorum…
Kuruluş hikayesi çok uzun aslında. Başlı başına bir röportaj konusu olabilir bence. Ben gene de kısaca merakınızı giderme babında özetleyeyim. 1964 yılında çeşitli bölümlerde okuyan birkaç üniversite talebesinin memleket meseleleri ile dertlendiği bir dönemde milli ve manevi duyguları gözeterek topluma faydalı bir iş yapma hedefi ile kurulmuş. Öğrencilik yılları bittikten sonra yayınevi kurucularının her biri hem yayın faaliyetleri içinde bulunmak hem de kendi mesleklerini icra etmek suretiyle zorlu bir mücadeleye giriyorlar. 1968 yılında yayınevinin başına, daha önce Ankara’da meclis muhabirliği yapan Nurhan Alpay getiriliyor. Nurhan Alpay’ın işin başına geçmesi ile birlikte Mustafa Yıldırım’ın da katkılarıyla yayınevinin faaliyetleri hız kazanıyor. 1978 yılında, Mehmed Niyazi, Nevzat Kösoğlu, Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel, Prof. Dr. Fehim Üçışık, Özer Ravanoğlu, Ahmet İyioldu, Nurhan Alpay ve Mustafa Yıldırım olmak üzere sekiz ortak, ortaklık yapılarını da düzenleyerek anonim şirket haline dönüştürüyorlar yayınevini. Böylelikle ilk yapılanma da tamamlanmış oluyor.
"Ötüken” isminin hikayesinden bahseder misiniz biraz da, kim bulmuş?
Aslında yayınevi için düşünülen ilk isim Simeranya. Rahmetli büyüğümüz Nevzat Kösoğlu Beyefendi’nin kafasında "Simeranya” ismi var ama kimseye söylemiyor. Simeranya, Peyami Safa’nın "Yalnızız” romanındaki muhayyel ülkenin ismi. Düşünün o dönem Peyami Safa’nın Yalnızız romanını yayınlayacağız ama daha yayınevinin ismi konulmamış. Nevzat Kösoğlu Beyefendi, kitabı dizgiye verdikten sonra bir gün Rasim Cinisli Beyefendi’ye yayınevinin ismi "Simeranya” olsun diyor, ama diğer ortaklar için de bu isim bir mânâ ifade etmiyor; o yüzden bu isim kabul edilmiyor. Ortaklar bir gün yayınevinde otururken Sevgi Babaoğlu adında bir hanımefendi geliyor. Sevgi Babaoğlu TMTF’de (Türk Millî Talebe Federasyonu) folklor ekiplerini çalıştıran, Güzel Sanatlar mezunu veya öğrencisi bir hanımefendi. Yayınevinde sohbet esnasında yayınevinin ismini soruyor, henüz bir isim koyulmadığı söyleniyor. O da, Ötüken olsun şeklinde bir teklifte bulunuyor ve yayınevinin ismi ortakların da kabul etmesiyle birlikte Ötüken oluyor.
Siz şu an Ötüken yayınlarının genel müdürüsünüz, nasıl bulaştınız Ötüken’e?
Evet, bu hikaye de ilginçtir… Ben, İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden mezun olur olmaz askerliğimi yapmak üzere başvuruda bulundum. 2006’nın Mayıs ayında askerlik bitmişti. Yaz ayını boş boş geçirip sonra da iş için araştırmalara başlamak gibi bir fikir vardı aklımda. Tabi yapamadım. Boş boş gezmek kadar zor bir iş yokmuş. Sıkıldım, bunaldım. Aklıma Ötüken geldi. Ortağı olduğum bir firma vardı orada ve bir işletme mezunu olarak işlerin gerçekten nasıl yürüdüğünü görmem güzel olurdu. Bir ay boyunca Ötüken’e mesaim varmış gibi devam ettim. Kah muhasebede oturuyordum fatura kesiyordum, kah depoya gidiyordum...
Bu ilgim, 40 küsur yıldır Ötüken’de çalışan ve Ötüken’in bel kemiği olan, halen daha da Genel Yayın Yönetmenliği görevini yürüten Erol Kılınç’ın dikkatini çekmiş olacak ki bir ay boyunca benimle sadece havadan sudan muhabbet ederken birden "sen neden burada çalışmayı düşünmüyorsun” dedi. Bunu gerçekten aklımın ucuna bile getirmemiştim. Benim aklımda Ötüken’e gidip gelmeye başladığımda internet üzerinden bir kitap satış sitesi kurma fikri oluşmaya başlamıştı. Hatta ağabeyim Oğuz Alpay ile birlikte iki ortak daha bularak bu fikir üzerinde görüşmelerimize bile başlamıştık. Neden Ötüken’den başlamak gibi bir fikrim olsun ki? Benden daha büyük, daha tecrübeli olan ağabeylerim dururken neden ben? Kısaca, Erol Bey ile uzun uzun konuştuk, fikir alışverişinde bulunduk. Beni ikna etti, hatta babam Nurhan Alpay’ı da ikna etti. Daha sonra bütün ortakların bir araya geldiği bir toplantında ortakların da onayını alarak üzerindeki işlerin bir kısmını bana devretti.
Resmi olarak 2006 yılının Kasım ayından
itibaren Ötüken’in bir personeli olmuş oldum. Her yıl üzerimdeki sorumluluk
arttırıldı. Üç yıldır da genel müdürlük görevini yerine getiriyorum.
Bir gün tüm ortaklar karar alıyor ve…
Şunu duymuş ve şaşırmıştım… Tüm hissedarlar bir karar alarak şirketin yönetimini artık ikinci kuşağa, yani sizlere bırakma kararı almışlar, öyle mi?
Evet, aynı dediğiniz şekilde oldu. 2000’li yılların başında ortakların tamamı hisselerini evlatlarına devrederek artık işleri ikinci kuşağa devretme kararı alıyorlar. Yönetim kurulu da dahil yavaş yavaş bütün işlerden ellerini çekerek bir sonraki kuşağın önünü açmaya başlıyorlar. Mehmed Niyazi hisselerinin tamamını yeğeni Konuralp Özdemir’e devrediyor. Konuralp bey şuanda yönetim kurulu başkanımız. Mustafa Yıldırım’ın oğlu Fazıl Osman Yıldım, Nevzat Kösoğlu’nun oğlu Tayyip Kösoğlu ve benim ağabeyim Oğuz Alpay yönetim kurulumuzu oluşturuyor.
Peki Ertuğrul Bey; ikinci kuşak olarak bu gün siz Ötüken’in kuruluş felsefesine şöyle bir baktığınızda; Ötüken yayınlarının yalnızca para kazanmak amaçlı mı ya da başka hangi felsefe için kurulduğunu hakkında neler geçiyor aklınızdan?
Gerçek yayıncılık faaliyetleri Türkiye’de para kazanmak amacıyla yapılamaz diye düşünüyorum. Para kazanma derdi olan birinin en son yatırım yapacağı alandır yayıncılık. Bir hedefi, ülküsü ve derdi olmalı yayıncının. Ötüken kurulurken de bugün de hiçbir zaman para kazanma gayesi güdülmedi. Yayınlarımızdan kazandığımızı yine yeni kitaplara yatırıyoruz. Bizim yayıncılık dışında hiçbir ek işimiz, kuruluşumuz ya da farklı kurum ya da kuruluşların desteği yok. Kitaptan kazanıyoruz ve yine kültür hayatımızı geliştirecek, milletimizin ufkuna açacak, yol gösterecek nitelikli yayınlar yapmak için çabalıyoruz.
İlk bastığımız eser…
İlk bastığınız eser adı ve yazar adını hatırlıyor musunuz?
Yayınladığımız ilk kitap, Necip Fazıl’ın "Reis Bey” isimli eseri. Baskısı ile kapağı ile o dönemde çok beğeni toplamış ve birçok kitabevi vitrinlerini bu eser ile donatmış. Bizim için ilk olması açısından ve üstad Necip Fazıl’ın eseri olmasından dolayı çok özeldir. 50. yılımızı kutladığımız geçtiğimiz yıl içinde bu eser aynı zamanda 1000. kitabımız oldu. Necip Fazıl’ın varislerinin ve aynı zamanda Büyük Doğu yayınlarının vermiş olduğu müsaade ile özel bir baskı yaptık ve okurlarımıza ücretsiz dağıttık. Bu özel baskımız da çok beğeni topladı.
Peki, dönelim şimdi yine temelin atıldığı o ilk yıllara… Kurulduktan sonra ilk yıl içinde hangi yazarların kitaplarını bastı, Ötüken?
1964 yılında, önce Necip Fazıl Kısakürek’in; "Reis Bey”ni, Vecdi Bürün’ün; "Nasıl Öldüler”ini ve Milovan Cilas’ın; "Stalin’le Konuşmalar” kitapları basılmış.
Yayıncılık piyasasına dair bir iki soralım… Günümüzde yayınevlerine baktığınızda kitap satışları hakkında neler düşünüyorsunuz, satışlar azalıyor mu, vaziyet nedir?
Aslında istatistikler bunun tam tersini söylüyor. Tabiî istatistiklere ve rakamlara ne kadar güvenirsiniz bilmiyorum ama Kültür Bakanlığı’nın bandrol verilerine bakıldığı zaman her yıl yükselen bir grafik var kitap baskı sayısı açısından. Ne kadar kitap basıldığını bizler az çok biliyoruz tabiî ama bu basılan kitapların ne kadarı satılıyor onu bilen yok maalesef. Ben şahsen herhalde yayıncılar depolarını şişirmek için bu kadar kitap basmıyorlardır diye düşünüyorum. Aslında günümüzde artık "kitap” yerine "nitelikli kitap” ifadesi kullanmak daha uygun gibi.
Kitap ve nitelikli kitap…
Farkı ne, "kitap” ile "nitelikli kitabın”?
Yayıncıların en büyük sorumluluklarından biri okuyucusunun kültür seviyesini yükseltecek eserleri onlara sunmak olmalıdır. Son dönemde ise bunun tam tersi yapılarak daha çok kitap satmak adına birçok kitap çıkartılıyor ve ne yazık ki okuyucu da bu kitaplara rağbet ediyor. Bir dönem fotoromanlar vardı. Çok ciddi satış rakamlarına ulaşırdı. Okuyuculara belki hiçbir şey katmazdı bunlar ama yayıncısını oldukça memnun ederdi. Şimdi de çok satan kitaplara baktığınız zaman büyük ölçüde bu minvalde kitapları görüyoruz vitrinlerde. Çok satıyorlar ve çok sattıkları için de nitelikli eserlerin önüne geçerek kitapçıların vitrinlerinde hep ön planda duruyorlar.
Yine aynı minval de bir soru; gidişata bakılırsa dijital ortam yayınevlerini zorluyor sanki. 10-15 sene sonrası için bu bir tehlike olabilir mi, kitap basan yayınevleri için?
Esas zorlayacak olan okurlarda telif bilincinin oturmaması olacaktır. Korsan basılan kitaplara sadece daha ucuz diye rağbet ediliyor ve korsan kitap basanlar çok ciddi para kazanıyorlar bu işten. Nasıl kazanmasınlar ki? Vergi yok, telif yok, kullandıkları kağıt çok kalitesiz ve ucuz, matbaalar kaçak, baskılar özensiz, kapak tasarımı, tashih, mizanpaj gibi giderleri de yok. Ayrıca sattıkları bütün kitaplarda her zaman çok satanlar listesinde. Bütün bunları üst üste koyunca ucuz olması çok doğal değil mi? Buradan sizin sorunuza geleyim. Telif bilinci eğer oturmazsa dijital kitap da internet ortamında çok rahat hukuksuz bir şekilde dolaşabilecek bir materyal.
Yayıncıların e-kitaptan uzak durmasındaki en büyük sebep de bu. Hali hazırda zaten birçok kitabın dosyaları internette dolaşımdayken, üstelik mevcut kanunî düzenlemelerimiz de bu suçlara müdahale etme imkânımızı kısıtlarken dijital yani e-kitap kolay kolay yaygınlaşmayacaktır. Kanunî alt yapılar sağlam olduktan ve okurlarda bir telif bilinci oturduktan sonra ise e-kitap, yayınevleri açısından korkulacak bir şey olamaz. Yayınevleri gelişen teknolojilere ayak uydurmak zorundadır. Dijital ortam iyi planlama ve doğru adımlarla maliyetleri düşüren ve kitaba ulaşımı kolaylaştıran bir ortam. Buna uyum sağlayamayanlar ise maalesef gelecekte saf dışı kalır. Bu sebeple yayıncıların şimdiden telif sözleşmelerini ve teknolojik alt yapı yatırımlarını buna göre planlamaları gerekmektedir.
Ötüken olarak, siz de kısmen e-kitaba geçtiniz sanırım, ne halde gidişat?
Evet, biz e-kitaba geçtik. E-kitaba geçerken de birçok yayıncının yaptığı gibi satmayan, okuyucu tarafından rağbet görmeyen kitaplarımızı değil en çok satan kitaplarımızı seçtik. Hali hazırda 120’nin üzerinde e-kitabımız şu an satışta. Her geçen gün de bu sayıyı arttırmak için çabalıyoruz.
En çok satan yazarımız ve eseri…
Geçmişten günümüze uzun yıllardır bu işi yapan bir yayınevi olarak, en çok satan eseriniz ve yazarı kim dersek? Kitabı en çok satılan yani…
Buna cevap olarak tereddütsüz; Peyami Safa ve onun "Fatih-Harbiye” isimli kitabı diyebilirim.
Ötüken’den kitapları çıkan, bilindik üç-beş ünlü yazarın ismini rica etsek?
50 yıllık bir müessese. Dile kolay. Bu kadar yıl yayıncılık alanında faaliyette bulunan iki ya da üç firma vardır. Bu sebeple birçok yazarın kitaplarını yayınlamışız bu dönem içinde. Üç-beş isimle sınırlandırmak zor olacak benim için ama hepsini de sıralayamayız tabiî. Örnekleme usulü halen yayın listemizde olan ve ilk akla gelenlerden birkaç örnek verelim o halde; Peyami Safa, Tarık Buğra, Cengiz Aytmatov, Cengiz Dağcı, Erol Güngör, Osman Turan, Yılmaz Öztuna, Ziya Nur Aksun, Hüseyin Nihal Atsız, Arif Nihat Asya, Abbas Sayar’ın yanı sıra aynı zamanda ortağımız da olan Mehmed Niyazi ve Nevzat Kösoğlu… Ayrıca; Cemil Meriç, Fuat Köprülü, Aldülhak Şinasi gibi dönemin önemli aydınlarının da yayıncısı olduk. Bunların yanı sıra İskender Pala, Beşir Ayvazoğlu gibi önemli yazarlarımızın da uzun yıllar kitaplarını yayınladık.
Bir şey duymuştum kitap kapak tasarımlarınızı kitap basılmadan hiç kimse göremiyormuş galiba, doğru mu bu?
Evet… İstisnalar hariç genellikle kapak tasarımlarımızı dahi yazarlarla paylaşmıyoruz ve kitap basıldıktan sonra görüyorlar. Hemen hemen bütün yazarlarımızla münasebetimiz böyledir.
Kamuoyunda çok belirgin olmasa da şöyle bir algı var sanki; "Ötüken sağ tandanslı ve muhafazakar çevrelerin kitaplarını basıp, yayınlıyor”. Bu doğru bir algı mı?
İsmimiz Ötüken. Yayınlamış olduğumuz eserler de ortada. Böyle bilinmesi çok doğal değil mi? Biz, Türk milletini oluşturan ortak değerlerde ne varsa bunların hepsine sahip çıkan ve bu değerlerin hepsinin Türk kültürünün bir parçası olarak korunması gerektiğini düşünen bir yayıneviyiz. Yayınladığımız eserlere baktığınız zaman da bunu görebilirsiniz. Sadece edebiyat değil, tarih, musiki, akademik, tasavvuf kitaplarımızda da hep bu hassasiyetimizi görebilirsiniz. Sol ya da sağ görüşlü olması önemli değil. Önemli olan Türk milletine faydalı bir şeyler söylemesi eserin. Ortak değerlerimize hakaret etmemesi, bizi biz yapan kültürümüzden bir parça olması önemli. Zamanında sol görüşlü olarak bilinen Cemil Meriç’in eserlerini hiçbir yayınevi yayınlamazken biz yayınladık.
Cemil Meriç kitabını bize bastırdı diye…
Evet… Hatta bildiğim kadarıyla bu yüzden merhum Cemil Meriç o vakitler bazı laflarda duymuş yakın çevresinden?
Bu doğru… O dönem Cemil Meriç bir beyanatında arkadaşlarına sitem eder; "kitaplarım Ötüken’den çıktığı için hiçbir arkadaşım eserlerimi almıyor” diye. Tam burada yeri gelmişken , 45 yıllık emektar, kendi ifadesiyle imtiyazlı genel yayın yönetmenimiz Erol Kılınç’ın bir sözünü burada ifade etmem sanırım çok yerinde olacak, Erol Bey; "Bizim en sivri yerimiz ismimiz, onun dışında hiçbir sivriliğimiz yoktur” der…
Bu arada, artık marka bir yayınevi Ötüken… Hal böyle olunca tahmin ediyorum bazı prensipler iyice oturmuş olmalı… Var mı, belli başlı böyle prensipleriniz?
Yayınlarımızda takip ettiğimiz temel gayemiz Türk tarihine, Türk kültürüne, Türk edebî birikimlerine, milletimizin yaşayış ve dünya görüşünü ileriye taşıyacak türden her türlü ilim, fikir ve sanat eserlerini yayınlayarak bu konulara rağbeti artırmak ve daha iyilerinin yazılmasına vesile olmaya çalışmak olduğunu göreceksiniz. Bunu yapabilmek için de, yıllardır taviz vermediğimiz bazı kriterlerimiz olduğu doğru. Ancak şunu belirtmek isterim ki her müessese gibi, Ötüken Neşriyat da yalnızca bir ilkenin değil, bir ilkeler manzumesinin takipçisidir. Şöyle ki, temel gayemiz Türk kültür ve fikir hayatının köklerine bağlılığımızı korumak olduğu gibi, bu bağlılığa halel getirecek türde eserleri yayınlamamak da yayın ilkelerimiz arasındadır. Yani, Ötüken Neşriyat tarafından yayınlanacak bir eserde Türk milletine ve mukaddeslerimize doğrudan veya dolaylı yollardan hakaret edilmesine, aşağılanmasına yahut hakir görülmesine müsaade etmemiz beklenemez. Bunun haricinde, yayınlayacağımız eserlerin milletimizin toplumsal düzenini ve yüzyıllarca yıllık ilişkilerinin mahsulü olan dayanışmasını zedeleyecek eserleri de kapsam dışında bırakıyoruz.
Yazarın aldığı telif ve kitap satışı …
Evet, yayınevi-yazar…. Birbirleriyle epeyce ilişkili sözcükler, o vakit yazarlarınızla ilgili de birkaç soru sarayım size… Yazarlar biliyorsunuz diğer insanlara göre biraz farklı ve aykırı insanlar, kitap basım aşamasında onlarla herhangi bir sıkıntı yaşıyor musunuz, olursa ne tür sıkıntılarınız oluyor, şayet olursa?
Evet, sıradan değiller tabii ki… Empati yapmak gerekiyor. Yıllarca emek harcayarak, büyük zorluklarla ortaya çıkartmış olduğunuz bir eseri yayınlanması için birine emanet ediyorsunuz. Siz olsanız evladınız gibi olmuş bu eserin mümkün olan en güzel şekilde okuyucu ile buluşması için titizlenmez misiniz? Biz de her zaman bu titizlikle okuyucularımıza yazarlarımızın eserlerini sunmak için çaba sarf ediyoruz. Sıkıntılar oluyor tabiî ki ama bunlar eserin kitaplaşması serüvenindeki doğal sancılar.
Biz kurumsallaşmış bir yapıya sahip olduğumuz için yazarlarımızla aramızda çok ciddi fikir ayrılıkları oluşmuyor. Kitabın yayınlanması sürecindeki her aşama standarttır ve bu standartlar çerçevesinde hareket ederiz. Her kitap için ayrı ayrı tashih, okuma, iç mizanpaj, kapak tasarımı, kağıt seçimi gibi birçok hususu göz önünde bulundurarak yayınlarımızı planlıyoruz.
Haliyle yayınevi-yazar ilişkisi çerçevesinde yazarlar yayınevinize gelip-gidiyorlar muhakkak… Onlarla görüşürken rahat olabiliyor musunuz? Neler hissediyorsunuz?
Açıkçası biz yazarlarımızın yayınevimize gelmesinden çok memnunuz ve onların da memnun kalması için elimizden gelen her şeyi yaptığımızı samimiyetle ifade edebilirim. Ötüken Neşriyat bizim yalnızca çalışma ortamımız değil, aynı zamanda doğal hayat alanımız. Burada tam bir aile ortamımız var. Bütün çalışanlarımızı da yazarlarımızı da ailemizin bir ferdi olarak görüyoruz. Dolayısıyla yayınevinde kendimizi her zaman rahat hissetmişizdir ve aynı hissin yazarlarımız tarafından da paylaşıldığını görmek bizi ziyadesiyle memnun ediyor.
Sizi bulmuşken bir de yazarların şu telif meselesi hakkında birşeyler sorayım… Yazarlar genelde şikâyetçiler, az telif ödemesi aldıkları için… Genelde dağıtımcı ve yayınevleri para kazanıyor, bize tabiri caizse "tavşanın suyunun suyu kalıyor” diyorlar. Yazarların bu bakış açısı hakkında bir yayınevi sahibi ve yöneticisi olarak ne düşünüyorsunuz?
Maalesef… Kısmen doğru. Çok az yazar emeklerinin karşılığını alabiliyor. Bir kısmı ise emeklerinin karşılığından fazlasını alıyor. Bu aslında beklentilerle doğru orantılı. Bir yazarın aldığı telif, kitabının satışı ile doğru orantılıdır. Ne kadar fazla satarsa o kadar fazla telif geliri elde eder yazar. Yani okur, yazarın kitabına ne kadar rağbet ederse yazar da o kadar kazanıyor. Yayınevlerinin çok büyük paralar kazandığını görüşü ise yanlış. Yayınevleri tabiî ki faaliyetleri devam ettirebilmeleri için para kazanmak zorunda. Bunun yanında bütün riskler de yayıncının üzerinde. Ne kadar satacağını tahmin edemeyeceğiniz bir eseri büyük emekler sarf ederek hazırlıyorsunuz ve okuyucuya sunuyorsunuz. Telif ödemesini ise yazara ya peşinen ya da kitap yayınlandıktan belli bir süre sonra satsa da satmasa da ödüyorsunuz. Kitap elinizde kaldığı zaman tamamen yayıncısına zarar. Depo stok maliyeti, telif maliyeti, kağıt maliyeti, baskı maliyeti vs. gibi bütün maliyetlere katlanmış oluyorsunuz. Kitap satarsa tabiî ki yayıncı para kazanıyor. Ama satmadığı zaman da bütün zararı yayıncı karşılıyor. Bu riskleri de bilerek teşhis koymak gerekiyor. Dağıtımcılar ise aslında bir aracı. Yayınevinden alıp, piyasa şartlarına göre %10 civarında bir kâr elde ederek kitapçılara ulaştırıyorlar eserleri. Bu konuda herkes şikayetçi tabiî. Sonuç olarak okur sayısı ne kadar artarsa bu tarz şikayetler ve görüşler o nispette ortadan kalkacaktır. Okur sayısını arttırmak için de iyi bir eğitim sistemi şart.
Film de rol alan oyunculara hayran kaldım…
Yakın bir zaman önce merhum Cengiz DAĞCI’nın sizden çıkan bir eseri senaryolaştırılıp beyaz perdeye aktarıldı. "KIRIMLI" Filmi... Ve bu günlerde hala vizyonda… Filmi seyrettiniz mi, nasıldı?
Kitaplardan uyarlama olan filmlerden %100 kitabın aynısını beklemek yanlış bir beklenti olur. Sinema bambaşka bir sanat dalı ve kitapta anlatılan konunun, sinemada ortalama 90 ila 120 dakika arasında anlatılması beklenir. Bunu anlatırken de seyirci sıkılmamalı ve görsel olarak da tatmin olmalı. Bu çerçeve de değerlendirme yapacak olursam; "Kırımlı” filmini izlerken ben hiç sıkılmadım. Görsel olarak da oldukça tatmin ediciydi. Film de rol alan oyunculara hayran kaldım. Özellikle çekim teknikleri açısından çok çok güzel bir film izledim...
Peki, film haline getirilirken o süreçte neler hissettiniz…Öyle ya; "Ötüken” yayınlarının bir eseri ilk kez beyaz perdeye aktarıldı…
Gurur duydum. Fakat bu gurur bir kitabımızın filmini izlediğim için değil, Cengiz Dağcı’nın bu muhteşem eserlerinin filmini izlediğim içindi. Kırım bizim içimizde her zaman sızısını duyduğumuz bir yara. Orası bizim vatanımız, tıpkı Kerkük gibi, Musul gibi... Bu yaralarımız da hiçbir zaman kapanmayacak. Cengiz Dağcı’nın Kırım ile ilgili yazmış olduğu her biri birbirinden güzel kitaplarından ikisinin senaryolaştırılarak sadece Türkiye değil, dünya vizyonuna da çıkıyor olması bu gururu yaşattı açıkçası hem bana hem de yayınevimize. Umuyorum ki, bu film Uluslararası Sinema Festivallerde katılacak ve hakettiği değeri görecek.
Yayımladığınız kitaplar arasında yabancı çeviriler de var. İlgi açısından bakıp, bir kıyas yapacak olursanız; yabancı çeviri eserler mi yoksa yerli eserler mi daha rağbet görüyor…
Aslında bu sorunun net bir cevabı yok, zira çeviri eser ya da yazarı çok tanınıyorsa mesela klasiklerde olduğu gibi, bunlar yerli eserler karşısında tanınırlığın getirdiği bazı avantajlara sahipler. Ancak biz her zaman yerli yayınların desteklenmesi gerektiğini düşünen bir yayınevi olarak Türk yazarlarımızın eserlerinin okuyucuyla buluşması için ciddi gayret sarf ediyoruz. Bunun dışında, klasiklerde olduğu gibi, yerli yazarlarımızdan da bilinirliği yüksek olan yazarların kitapları her zaman çeviri eserlere kıyasla daha fazla rağbet görüyor.
Bazen duyuyorum işte bazı yayınevleri yazarlarına 1000 tane kitap bastığını söylüyor ardından da bandrol almaya gittiklerinde 5000 adetlik bandrol alıyorlarmış. Ve aradaki 4000 kitabı ve telifini yazardan kaçırdıkları gibi bir iddia var. Bir yayıncı olarak bu tür iddiaların doğruluğu konusunda ya da olabilirliği konusundaki düşüncenizi alabilir miyim?
Böyle söylentileri sürekli duyuyoruz. Böyle bir duruma şahit olmuşluğum yok. O yüzden net bir şey söylemem doğru olmaz. Daha çok tercüme eserler ile ilgili dedikoduları duyuyoruz. Aslında bu çok rahat bir şekilde denetlenecek bir şey. Şüphesi olan yazarlar ya da telif sahipleri Kültür Bakanlığı’na başvurarak eserleri için kaç adet bandrol alındığını, hangi tarihte kaç adet satıldığını yazılı başvuru yaparak öğrenebilirler. Ya da herhangi bir kitapçıda kendi eserlerini bulup üzerindeki bandrol numarasını not ederek yine Kültür Bakanlığı’nın ilgili birimine yazılı dilekçe ile o kitabın üzerindeki bandrolün gerçekten o eser için mi alındığını, kaç adet alındığını sorgulamaları mümkün. Bu tarz şüpheleri olanlar lütfen üzerine gitsinler ve mahkemeler yoluyla haklarını arasınlar ki dürüst çalışan yayınevleri de zan altında kalmasın.
Nihal Atsız; "Yahu çocuklar, siz bana fazla para vermişsiniz!”
İlginç bir kitap basım hikayeniz var mı, ya da kitap basımı aşamalarında yaşadığınız ilginç bir anı. Yazarıyla yaşadığınız bir olay da veya anı da olabilir.
Hüseyin Nihal Atsız ile vakti zamanında yaşanan bir hadiseyi anlatmıştı babam. Atsız’ın bir eserini yayınlamak üzereler. Atsız beye eserin 3.000 adet basılacağını ve ne kadar telif bedeli ödeneceğini bildiriyorlar. Tabi kitap basılıyor, telif bedeli de Atsız beye teslim ediliyor. Ertesi gün yayınevini açmak üzere geldiklerinde bir de bakıyorlar ki Nihal Atsız kapıda bekliyor! "Hayırdır üstad, bir problem mi var vs.” derken, Atsız bey "Yahu çocuklar, bütün akşam içim içimi yeni çok huzursuz oldum. Siz bana fazla para vermişsiniz.” diyor. Olay tabi sonradan anlaşılıyor. 3.000 adet basılması kararlaştırılan kitabın daha sonra 5.000 adet basılmasına karar verilmiş ve bu da Nihal Atsız’a bildirilmiş ve kitap basıldıktan sonra da 5.000 adetlik telif bedeli üstada verilmiş. Tabi Atsız bey ikinci görüşmesi unutmuş ve hafızasında kitabın 3.000 adet basılacağı kaldığı için, zarftan çıkan paranın ise bu adetlik telif bedelinin üzerinde olduğunu görünce sabah ilk işi Maltepe’deki evinden kalkıp Cağaloğlu’ndaki yayınevinin bürosunun kapısına dikilmek olmuş.
Yeni dönemde de ise başımızdan geçen başka bir hadiseyi anlatayım. Bu sefer yazar ismi vermeyelim. Yazarımızın birinin yeni kitabını basıyoruz, hatta basmışız ve matbaadan gelmiş. Ancak son anda bu kitabın, yazarın başka bir isimle vakti zamanında bastırmış olduğu başka bir kitapla aynı olduğunu fark ettik. Haliyle bunu fark ettikten sonra yeni kitabı okuyucuya sunamazdık. Hepsi matbaadan geldiği gibi depomuzda duruyor hala.
Bastığınız kitaptan dolayı hiç mahkemelik oldunuz mu ya da, ceza aldınız mı. Ötüken olarak sizi bağlayıcı bir unsur oldu mu hukuki açıdan… Hani yazarını etkiler ama bir dönem gördük basan yayınevleri de cezalandırıldı… Öyle bir durum yani. Şahsi değil de…
Sizin bahsetmiş olduğunuz gibi bir durumla hiç karşılaşmadık. Harıl harıl kitapların toplatıldığı o dönemleri siz benden daha iyi bilirsiniz. O dönemde bile hiçbir kitabımız ya da yazarımız ile ilgili mahkemelik bir durum söz konusu olmadı. Tabi ki bazı anlaşmazlıkların ve telif problemlerinin çözümü aşamasında davalarımız oldu. Bunların bir kısmı basına da yansımıştı. Fakat bunlar yayın piyasasında normal karşılanması gereken şeyler. Basında da yer bulduğu için söylüyorum, şu an Peyami Safa kitaplarından dolayı başka bir yayınevi ile mahkemeliğiz. Zamanında reddi mirasta bulunmuş bir varisle yaptıkları sözleşmeye dayanarak bizim neredeyse yarım asra yaklaşan Peyami Safa kitaplarını basma serüvenimiz sekteye uğratılmaya çalışıldı. Bununla birlikte hukukî süreç henüz tamamlanmadığı için daha fazla ayrıntı vermenin doğru olmadığı kanaatindeyim.
Yangın’da hemen hemen herşey…
Şimdiye kadar kaç kitap bastı Ötüken, kuruluşundan bu yana….
1.100’ü aştık. 50 yıllık bir süre için 1.100 kitap size ve okurlara az gelebilir fakat bunun da bir sebebi var tabi. İlk yıllar tabi ki maddi imkansızlıklar sebebiyle çok fazla kitap çıkartılmıyor fakat Ötüken’i esas etkileyen ve bu kadar yılda yayın sayısının çok daha fazla olmasının önüne geçen şey bu değil. 1970’li yıllarda şimdi olduğu gibi yayıncıların en büyük problemi yine dağıtım. O dönemde geniş çaplı kitap dağıtımı yapan sadece bir firma var. Fakat bu firma öyle her yayınevinin kitabını dağıtmıyor. Ambargo uyguluyor. Sebebini tahmin edebilirsiniz. Ötüken de o dönemde kitaplarını dağıtmakta oldukça zorlanıyor tabi. Birkaç yayınevi ile birlikte 1978 yılında ANDA dağıtımı kuruyorlar. Çok güzel bir organizasyon ile kısa zamanda Türkiye’nin en ücra köşesine kitapları çok kısa bir sürede ulaştıran bir yapı ortaya çıkıyor. O kadar başarılı oluyor ki ANDA dağıtım birçok yayınevinin tek dağıtımı tabi ki Ötüken’in de... Ötüken, baskısını yaptığı bütün kitapları olduğu gibi ANDA’nın deposuna indiriyor. Dağıtım problemi çözülünce kitap tirajları artıyor tabi. Yayıncılık faaliyetleri hız kazanıyor. Bu maalesef çok uzun sürmüyor. 1984 yılında ANDA’nın deposunda çıkan bir yangın Ötüken’in bütün kitaplarını yok ediyor. Aslında büyüklerimizin anlattığına göre yangından ziyade itfaiyenin yangını söndürmek üzere sıktığı su kitapların tamamını hamur haline getiriyor. Söylenilene göre 40 kamyon kağıt hamuru çıkmış depodan. İşte böyle bir felaket sonucunda Ötüken’in sadece kitapları değil hemen hemen herşeyi sıfırlanıyor. Çok uzun bir süre yayın yapamaz hale geliyor. O dönemde hazırlıklarını tamamlamak üzere oldukları Yeni Türkiye Ansiklopedisi’nin çalışmalarına hız veriyorlar. 12 ciltlik ve tamamı telif olan bir ansiklopedi bu. Yangından sonra sıfıra inen yayın sayısı şuanda 1.100’ü aşmış durumda yani.
Çok satanlar tamamen medya ve reklam gücü ile okurun adeta
gözüne sokulan kitaplar!
Ötüken’in kitapları genel olarak her yayınevinde bulunmuyor bildiğim kadarıyla, özel bir ağ mı var dağıtım konusunda. Daha ulaşılır olabilse hem yayınevi hem de okuyucu açısından daha iyi olmaz mı?
Dağıtım konusunda şikayetçi olmayan yayınevi yok gibidir. Maalesef uzun zaman önce başlayan ve tesirleri halen daha devam eden fakat yavaş yavaş da etkisini yitirmeye başlayan görüş farklılıkları sebebiyle kimi dağıtım ve satış kanalları kimi yayınevlerinin eserlerini, ne kadar nitelikli olursa olsun, göz ardı edebiliyor. Söylediğim gibi yavaş yavaş bunlar ortadan kalkıyor. Esas eksiklik ise bize yurtdışında gördüğümüz ve hayranlıkla seyre daldığımız büyüklükte ve çapta kitabevlerinin bulunmayışı. Alanlar kısıtlı olduğu için de sadece çok satan kitaplar vitrinlerde ve raflarda yerini bulabiliyor. Çok satanlar ise tamamen medya ve reklam gücü kullanılarak okurun adeta gözüne sokulan kitaplar oluyor. Fakat yıllar içerisinde o çok satan diye nitelendirilen eserlerin baskı adetlerini zaman zaman ikiye, üçe katlayan eserlerimiz vardır. Biz sürekli satan, değerini hiçbir zaman yitirmeyecek eserlerin peşindeyiz.
Peki, dağıtım ve satış problemini çözme konusunda bir öneriniz var mı?
Ben bu konuda ki fikrimi size açayım... Dağıtım ve satış problemini çözmenin en rahat çözümü, kitapçılar belki bize biraz kızabilir ama, internet satış siteleridir. Tabiî bu siteler hiçbir zaman kitapçıda dolaşıp, kitap kokusunu içinize çeke çeke raflara göz gezdirip okuyacağınız kitabı seçmenin hazzını veremez.
Teşekkür ediyorum Ertuğrul Bey, umuyorum ki okuyucularımızın keyifle okuyacağı bir söyleşi yaptık.
Bence de öyle oldu. Çünkü bu güne değin bu kadar ayrıntılı söyleşiyi Ötüken hiç vermedi. Hatta hatta bir yerde sanıyorum kısa birkaç soruya görüş bildirdik. Tılsımı bozduk sizinle.)) Bende ilgi ve alakanıza teşekkür ediyorum.